ADNAN KAYA'NIN HÜRRİYET EGE'DEKİ KÖŞESİNDEN
PORTRE
Bu dereden zeytinyağı akıyor!
BURCU Çoban - Tolga Coşkun aslında konservatuvar mezunu iki oyuncu.
Birkaç yıl önce İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan istifa ettikten sonra, yollarına seslendirme ve televizyon oyunculuğu ile devam kararı aldılar.
Ancak bir süre sonra mesleğin koşulları büyük şehir yaşantısının zorluklarıyla karışınca kendilerini yeni bir arayış içinde buldular.
Mesleklerinden kopmak istemiyorlardı ama nefes alabilecekleri bir alana da ihtiyaçları vardı.
“Ne yapabiliriz?” diye düşündükleri sıralarda, Burcu Hanım’ın babasının yıllardır süregelen bir hayali, bir aile yemeğinde tekrar gündeme geldi ve o anda bir ışık yandı.
‘İŞİN BAŞI EĞİTİM’ DEDİLER
İbrahim Çoban 40 yıllık iş yaşamını emniyet müdürü, Emine Çoban da 26 senelik çalışma hayatını ebe hemşire olarak tamamlamış, emekli olduktan sonra doğup büyüdükleri Aydın Söke’ye bağlı Güzeltepe köyüne ve atadan kalma zeytinliklere daha çok vakit ayırmaya başlamışlardı.
Farklı hikayeleriyle bir aile olma noktasında buluşan Burcu ve Tolga şimdi yeni bir buluşma alanı daha bulmuştu: Zeytin...
Yola çıkmaya karar verdikleri ilk gün işin en önemli kısmının ‘eğitim’ olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Evet, anne ve babalarının zeytine dair geçmişlerinden gelen bilgi birikimleri vardı.
Ancak bunun bir kısmının akademik bilginin ışığında değişmesi, iyileşmesi veya geliştirilmesi gerekiyordu.
Burcu ile Tolga’nın ise bırakın zeytini, toprağa ve ağaca dair çocukluktan kalma şehir anılarından başka bir şeyleri yoktu.
Bu noktada aralarında iş bölümü yaptılar.
Onlar eğitim ve markalaşma sürecinden, anne babaları saha yani üretim kısmından, ağabey Mehmet Çoban şirketin finansal yönetiminden, eşi Emel Yavuz Çoban da mali işlerden sorumlu olacaktı.
EN ÇOK TASARIMDA ZORLANDILAR
Burcu ile Tolga hemen Zeytindostu Derneği’nin tadım eğitimlerine katıldılar.
Hem tadım sertifikalarını aldılar, hem de alanında uzman ve bilgiyi paylaşma konusunda son derece cömert birbirinden müthiş insanlarla tanıştılar.
İş markalarına isim bulmaya gelince ‘Yağderesi’nde karar kıldılar.
Burcu Çoban diyor ki:
“Marka olarak ‘Yağderesi’ni seçtik, çünkü:
Köyümüzde bizden önce birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, anne babamın da çocukluklarında zeytini işledikleri yer orası.
Şu an elbette ki kullanılmıyor.
Uzun vadeli hedeflerimizden biri, bölgeyi ve kalan malzemeleri koruma altına alarak tekrar köy yaşantısının bir parçası haline getirmek.
‘Tasarım kısmı en çok zorlandığımız aşama oldu’ diyebilirim.
Mesleğimizden ötürü, tasarlamak ve yaratmakla ilgili işlerde buluşmanın nasıl zor sağlandığını biliyorduk ama bildiğimizden daha zor gibi geldi..
Tam üç tasarımcı değiştirdik.
Bu da bize hem para, hem zaman kaybı olarak geri döndü.
İlk gün kafamızdaki tasarımla, bugün sahip olduğumuz arasında dağlar kadar fark var.
Ama kesinlikle içimize sinen bir sonuç oldu.
Zorlandık ancak değdi.
Bugüne kadar gelen eleştiriler de bizi doğrularcasına, hep olumlu yönde...”
İLK YILDA GÜMÜŞ MADALYA GELDİ
Peki, üretimi nasıl yapıyorlar?
Burcu Hanım anlatıyor:
“Asırlık ağaçlarımızda yetiştirdiğimiz, yüksek antioksidan içeriği ve meyvemsilik özelliğiyle bilinen memecik çeşidi zeytinlerimizi modern yöntemlerle hasat edip kasalara topluyoruz.
Yere düşen tek bir tane bile bu kasalara girmiyor.
Aynı gün içinde, hiçbir kimyasal işleme maruz kalmadan, soğuk sıkım yöntemi ile sıktırıyoruz.
Azot baskılı krom tanklarda hava, ısı, nem ve ışıktan koruduğumuz yağımız yaklaşık 2 aylık bir dinlenmeden sonra, sipariş üzerine dolumu yapılarak müşterilerimize ulaştırılıyor.
Bu üretim ve saklama şekli, profesyonel üretime geçtiğimiz ilk yılda bize gümüş madalya getirdi.
Bu yıl hedeflerimizden biri diğer ülkelerde yapılan uluslararası yarışmalara da katılmak ve daha iyi derecelerle dönmek.”
SÖKE-İSTANBUL ARASI MEKİK DOKUYORLAR
İşin içine girince aslında doğayla gerçek bir buluşmayı asla sağlayamamış olduklarını fark etmişler.
İlk dönemde bir arayışla başlayan hikaye zamanla tutkuya ve büyük bir mutluluğa dönüşmüş.
Öyle ki, başlangıçta yaptıkları ‘iş bölümü’ diye bir şey kalmamış.
Kendilerini sürekli zeytinlikte çalışırken ya da her fırsatta köye kaçmaya çalışırken bulmuşlar.
Çünkü; ağacın, toprağın ve özellikle zeytinin verdiği huzurun aslında nasıl bir ihtiyaç olduğunu görmüşler.
Şimdi yaşantıları sürekli olarak Söke - İstanbul arasında geçiyormuş.
Gerektiğinde gece yarısı uçakla zeytin hasadına katılıp ertesi sabah erken saatte yine sete İstanbul’a dönüyorlarmış.
“Bazen çok yorucu olsa da müthiş keyifli, mutluluk ve heyecan veren bir şey bu iş” diyorlar.
Doğal olarak dertleri artık sırf zeytin olmaktan çıkmış.
İnsanlığın, özellikle bizim toplumumuzdaki iyileşmenin ancak yeniden köylere dönüş ve üretimle sağlanabileceğine inanıyorlar.
“Ne zaman ki, köyümüzdeki okulu tekrar işler hale getiririz, bir sağlık ocağımız olur, kendi kültürümüzü başkalarına aktarma fırsatı buluruz, kendi tesisimizi açar köyde istihdam sağlarız, sanat festivalleri ve şenlik organizasyonları yaparız, çeşmesinden tutun da yeni yapılan evlerini eski dokusuna döndürürüz, köyün bakkalı yeniden çalışmaya başlar, bir kooperatif kurarız işte o zaman bizim hedeflerin bir kısmı gerçekleşmiş olur” diye de ekliyorlar.